YANAN SADECE AĞAÇLAR DEĞİL...

YANAN SADECE AĞAÇLAR DEĞİL...

Türkiye, yine orman yangınlarıyla boğuşuyor.

Ciğerlerimiz yanıyor…

Ve yine sadece yeşil örtümüz değil, içimiz de yanıyor.

Kaybettiğimiz canlarla, şehitlerimizle, birer birer yitirilen canlı hayatlarıyla adeta kül oluyoruz. Her yıl yaşadığımız bu acının bir benzerini bugünlerde yine yaşıyoruz.

Bu yangınları konuşurken, sizi biraz geçmişe götürmek istiyorum...

Yıl 1994’tü. Genç bir gazeteciydim. Mesleğe yeni başlamış, haberin peşinde koşarken kendimi bir anda Türkiye’nin en büyük orman yangınlarından birinin tam ortasında bulmuştum. Gelibolu Yarımadası Tarihi Milli Parkı’nda 25 Temmuz 1994'te başlayan ve tam 57 saat süren büyük yangını yerinde takip etmiştim.

O günleri hâlâ gözümün önünden silemem. Alevler içindeki ormanda sadece ağaçlar değil, hayatlar da yanıyordu. Börtü böcekten yabani hayvanlara, sessizce kaçan canlılardan alevlerin ortasında kalanlara kadar orman, bütün bir yaşamı barındırıyordu. Ve biz, gazeteciler olarak yalnızca işimizi yapmıyor, bir yudum su taşıyabilmenin bile heyecanını, çaresizliğini, sorumluluğunu hissediyorduk.

Gerçekten de bir gazeteci olarak orman yangınının tam ortasında bulunmak, tarif edilmesi zor bir deneyim. İnsanlar belki o anları televizyonlarda izlerken o anı tam olarak yaşayamasa da, çok zor bir duygudur o anlar. Sadece haber peşinde koşmazsınız; alevlerin sıcaklığını hisseder, yükselen dumanla birlikte içiniz kararır, çaresizlik duygusu yüreğinize çöker. Kameranızı elinize alırken bir yandan da bir damla su taşıyabilmenin, bir cana yardım edebilmenin arayışına girersiniz. 

O anlarda habercilik, sadece görüntü almak ya da bilgi aktarmak değildir; bir insan olarak doğanın çığlığına tanıklık etmek, yaşamın sessizce yok oluşunu görmek, bir meslekten öte bir vicdan sınavına dönüşür.

Yangının sesi kulağınızda, dumanın kokusu hafızanızda, o anlarda gördükleriniz ise ömrünüz boyunca kalbinizden silinmez.

Gelibolu’da o tarihi yangında, büyük bir acı da yaşanmıştı. Dönemin Çanakkale Orman Bölge Müdürü, kıymetli büyüğümüz Talat Göktepe, alevlerin arasında kalarak şehit olmuştu. Mekânı cennet olsun. O, ormanı korumak için canını feda eden yürekli bir isimdi.

Aradan yıllar geçti… Yangınlar durmadı. Ne ilkti o yangın ne de son oldu.

2021 yılında, Türkiye tarihinin en büyük orman yangını olarak kayıtlara geçen Manavgat Yangını’nı da yerinde izleyen gazetecilerden biriydim. 7 vatandaşımız hayatını kaybetti. 60 bin hektardan fazla ormanlık alan yok oldu.

Yüzlerce insan evini, köyünü, hayvanını kaybetti. Yüzlerce yaşam altüst oldu.

Daha sayamayacağım sayısız Orman yangını ile karşılaştım bu zaman içerisinde…

Hepimiz biliyoruz ki, bu yangınlar bundan sonra son olmayacak. Ama bildiğimiz bir şey var: Yangınlar büyük alanlara zarar veriyor. Bunun farkındayız. Ancak aynı farkındalığı önlem alma konusunda görebiliyor muyuz, bu tartışılır. Neden hâlâ gereken tedbirler alınmıyor? Neden orman yangınlarının çıkabileceği riskli bölgelerde gerekli altyapılar oluşturulmaz bir türlü anlamıyorum.

Bugünlerde tarihî sıcaklıklarla mücadele ediyoruz. İklim değişikliği, aşırı sıcaklar, kuraklık... Yangınların sebeplerini belki bulabiliriz ama yanan ormanları, kaybettiğimiz hayvanları, şehitlerimizi, canlarımızı maalesef geri getiremeyiz!

Orman yangınları ekosistem üzerinde de çok yönlü ve genellikle yıkıcı etkilere sebep oluyor. Canlı türlerimiz yok oluyor. Bitki Örtüsü Tahrip oluyor. Toprak Kalitesi Bozuluyor. Karbon Salınımı ile birlikte, su kaynakları erozyon arttığı için çamurla doluyor, değeri bu dönem çok artan su kalitesi bozuluyor. Orman yangınları sonrası, doğal dengenin bozulması ile birlikte yaban hayatı da yok oluyor, doğal denge de yok oluyor.

Şunu unutmayalım!

Ormanlarımız sadece yeşil bir örtü değil. 

Onlar bizim oksijen kaynağımız, yaşam alanımız, geleceğimiz…

Onları korumak, gelecek nesillere taşımak, sadece görev değil, bir vicdan meselesidir.

Bugün yine yangın var...

Ve yanan sadece ağaçlar değil…

Ciğerlerimiz, içimiz yanıyor!

Halil ÖNCÜ / Turizm Dosyası